Dövüş Kulübü: Bir Tüketim Toplumu Eleştirisi (Ocak 2011)


Fight Club (1999) Murat Özer'in deyişiyle: ''Kapitalizmin bize ''yap'' dediklerini uygulamakla geçirdiğimiz tüm bir yaşamı sorgulayan bir filmdir. Ev, araba, eşya, yiyecek, giyecek, sevgili ve sosyal aktiviteler konusunda sürekli ''dayatma'' bir yaşam süren insanoğlu, bunlara karşı çıkan, anarşist bir tavırla herşeyi reddeden  alter egosunun etkisinde kaldığı zamanlardaysa ''zincilerini kırmayı'' başarır. Genellikle bu zamanlar öyle ender anlardır ki, gelip geçici olmaktan kendilerini kurtaramaz ve anlık parlamalar şeklinde cereyan ederler David Fincher, Chuck Palanhiuk'un romanından uyarladığı Dövüş Kulübü'nde bu parlamaları geniş bir zaman dilimine yaymayı başarmakta ve eni konu ''keskin'' bir kapitalizm eleştirisine soyunmaktadır." (Siyad). Film, Mehmet Açar’a göre ise: ''Tüketim toplumunun sevgiye muhtaç bireylerin yola çıkarak sistemin ruhunu deşmeye çalışan ve bunu beceren bir film'' dir.

Filmin üzerine kurulu olduğu kilit konsept insan doğasının ve davranışlarının sınanmasıdır. Filmin postmodernizmle metinsel ilişkisi burdan gelmektedir. Çünkü Fincher bu içeriği sadece insan doğasının geleneksel anlatımı üzerinden değil, çağdaş, günümüz dünyasının ''toplum'' ve ''toplum'' içinde birey olarak yer alan ''insan''a yaptıkları üzerinden gösterimini yaparak anlatır. Bu noktada postmodern sinemadan bahsetmek doğru gözükmektedir.

Postmodernist Sinema ve Dövüş Kulübü

Postmodern filmler; avangard filmlerin ritimden, eksantrik simge ve düşsel görüntülerinden oluşan ''zor anlaşılır'' yapılarını anlaşılır hale getirmeye çalışan, bunu yaparken de anlamın hemen elde edilmesine izin vermeyen bir yapıdan oluşur. Aynı şekilde, bu filmler sanat filmlerinin psikolojik sorunlar üzerine temellenen yapılarını, Hollywood'un üretim sistemi (yapım, dağıtım, gösterim) içerisinde gerçekleştirmektedir.

Bu anlamıyla postmodern filmler, popüler sinemayla avangard sinemanın ve sanat sinemasının melezleşmesinin ürünüdür. Postmodern sinemanın belirsizliklerle yüklü dili avangard sinemanın sembolik, metaforlar ve çağrışımlarla yüklü dilinin çok uzağında sayılmaz. Aralarındaki fark avangard sinemanın sanatsal bir program etrafında  gerçekleştirdiğini, postmodern sinemanın ''sanat''ın ortadan kalktığına dair bir inançla ve her şeyin ''sanat'' olabileceğine dair bir ön kabul ile gerçekleştirmesidir. Postmodern sinema ''yüksek'' sanat ile daha ''aşağı'' sanat arasındaki ayrımın kalkması üzerine temellenmiş olan ve ekonomik olarak ''küreselleşen'' bir dünyanın kültürel anlamda da küreselleşmesini yönlendiren ideolojik bir birleşimin ürünüdür. Bu anlamıyla toplumsal, politik, kültürel ve de psikolojik bir karakter taşımasına rağmen kendisini daha çok ''ideolojiler üstü'' estetik bir kategori olarak dışa vurur. Postmodern filmlerin yaygınlığı bu perspektiften daha anlaşılır hale gelmektedir (Karadoğan 2005, s.144).


Postmodern sinema ile klasik anlatı sineması arasındaki en büyük farklardan bir tanesi öyküleme tekniğidir. Sinemada anlatılar öykü ve söylem olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Öykü; olaylar, karakterler, eylemler zinciri boyunca işler, söylem ise kurmaca dünyanın mantığını ortaya koyan olay örgüsünü, zaman kullanımını, içeriği ileten araçları kapsar. Klasik anlatı sinemasında filmlerin öyküsü karakterleri ve onların yaşadıklarını kronolojik bir sıra düzeni içerisinde mekansal ve zamansal özellikleriyle birlikte gösterir. Öykü belirli bir noktadan başlar ve bir diğer belirli noktada çözüme kavuşarak sona erer; bu anlamıyla biçimsel olarak kapalı bir yapıdır. Anlatının bu yapısı postmodern filmler içerisinde aşınmıştır (Chatman, 1990, s.9).

Fight Club'ın açılış jeneriği postmodern bir estetikte video klip mantığıyla bilgisayar ortamında hazırlanmış bir beyin animasyonu şeklindedir. Kamera Narrator'ın (Edward Norton) beyin devreleri arasında dolaşarak onun kafasından dışarı çıkar, daha sonra ağzına silah doğrultulmuş Narrator ile kendisi tarafından tanıştırılırız. Filmin açılış sahnesi yukarıda bahsettiğimiz klasik anlatı sinemasının özelliklerinin tamamen dışında gözükmektedir ve tamamen postmodernist bir estetikte tasarlanmıştır.


Postmodern film anlatılarının diğer bir özelliği ise klasik özdeşleşme mekanizmasını aşındırmış olmasıdır. Stephen Heath'e göre, 19. yüzyıl ''romanesk'inin ya da ''aile romansı''nın versiyonları olan Hollywood anlatılarının işlevi; özdeşleşme süreci, anlatı sürekliliği ve son mekanizması aracılığıyla ''bireysel öznenin'' tarihini hatırlamaktı (Modleski, 1998, s.203).

Postmodern filmler içerisinde aşınan bu yapı, anlatının sürekliliğini özdeşleşme mekanizmasını çeşitli biçimlerde kesintiye uğratarak klasik anlatıların ''bireysel öznenin tarihini hatırlatması'' işlevini şizofrenik bir anımsatmaya dönüştürür. Bu anlamda klasik anlatıların sağladığı narsistik özdeşleşme; postmodern filmlerin izleyiciyi ebedi bir şimdinin içinde tutan yapısında antinarsistik bir özdeşleşmeye dönüşmektedir (Karadoğan, 2005, s.152-153).

Postmodern film anlatısına Fight Club’dan örnek verecek olursak seyirci filmin ana karakteri olan Narrator’la klasik anlatıdaki özdeşleşme süreci sekteye uğratılmaktadır. Filmin başında karakterle yakınlık kurmasına izin verilen izleyicinin, karakterin alter-egosu olan Tyler Durden’ın (Brad Pitt) ortaya çıkışıyla özdeşleşmenin sürekliliği kesintiye uğramakta ve Narrator’la kurulan yakınlık Tyler Durden’a kaymaktadır.


Hollywood klasik anlatısında  temel sinematografik özdeşleşme, seyircinin kameranın gözüyle, yani yönetmenin bakış açısıyla özdeşleşmesidir. Özünde bu durum, seyircinin kendi bakış açısının, filmin yarattığı bir ‘’imgesel seyirci’’ bakışıyla özdeşleşmesi anlamına gelmektedir. Çünkü filmdeki tüm olaylar ve kameranın tüm devinimleri, bu ‘’özne-seyirci’’nin merkez niteliğindeki bakış açısına göre düzenlenmektedir. Yani filmin beyaz perdede gösterimi sırasında, seyircinin gözü, çekimler sırasındaki kameranın objektif açısıyla çakışır. Ama seyircinin özdeşleştiği bu bakış açısı, aslında kameranın optik yasaları, perspektif kuralları tarafından yaratılan bir seyirci gözüdür. İşte salondaki seyircinin bu ‘’kamera-göz’’le imgesel özdeşleşmesi nedeniyledir ki beyaz perdedeki çekimlerin bakış açısı değiştiğinde, seyirci bunların kendi gözü tarafından gerçekleştirilen değişimler olduğu izlenimine kapılır. Yani seyirci, ayrıcalıklı bir görgü tanığı gibi, yönetmen tarafından kendisi için düzenlenmiş bir bakış açısıyla özdeşleşir (Gönen, 2004, s.35).



Fight Club, Hollywood klasik anlatısındaki sinematografik özdeşleşme sürecini yapıbozuma uğratmaktadır. Filmin ana karakteri olan Narrator film süresince seyirciyle konuşur hatta birkaç sahnede alter-egosu olan Tyler Durden ile kameraya dönük bir şekilde izleyiciyle göz teması kurarak bağlantıya geçerler. Fincher’ın bu sinematografik tercihi postmodernist bir estetiği beraberinde getirmektedir.

Karadoğan’ın deyişiyle: Postmodern filmlerin karakterleri genellikle orta ve alt sınıfı temsil ederler ve çoğunlukla da şuçla ilişkili olarak tanımlanırlar. Fight Club’ın Narrator’ı orta sınıfa mensup bir karakter iken, Tyler Durden ise işçi sınıfından gelen alt kesimi temsil etmektedir. Bununla birlikte postmodern anlatıda; erkek karakterler genellikle bir tür erkeklik problemiyle karşı karşıyadır. Heteroseksüel beyaz erkeğin erilliğinin aşınmaya başladığı; kırılganlığa, duygusallığa ve bağımlılığa dönüştüğü bir problem olarak erkeklik bu filmlerin merkezinde yer alır. Bu güçsüz erkek karakterler çoğunlukla kendilerini yatıştıran ve besleyen bir dış kaynağa, fetiş bi nesneye ihtiyaç duyarlar (Karadoğan, 2005, s.154). Fight Club’ın Narrator‘ı da ciddi anlamda duygusal problemleri olan iç huzurunu sağlayabilmesi için terapi gruplarına giden ve bu gruplara bağımlı hale gelen beyaz heteroseksüel bir erkektir. Bununla birlikte filmin devamında Narrator kurtuluşunu sağlayacak fetiş nesnesi olarak alter-egosu olan Tyler Durden’ı yaratmaktadır.


Fincher, filmi yukarda bahsettiğimiz gibi postmodern bir estetik üzerine inşa eder. Hem görsel hem de içeriksel anlamda. Filmin montaj tekniği ve kurgusu da yine postmodernist bir tutum içindedir. Filmde, seyircinin aslında Tyler Durden diye bir  karakter olmadığını, onun Narrator'ın yani Edward Norton'un alter-ego'su olduğunu öğrenişi de izleyiciyi filmin geneliyle ilgili bir beyin hengamesine sürükler. Filmin süprizi ironik bir hava taşır ve Fincher'ın anlatım tarzı ve kullandığı kurgu tekniğinden dolayı postmodernist bir estetiktedir. Filmin, genel anlatım tarzı, kurgusu, postyapısalcı izler taşımaktadır. Bu anlayış hem filmin kendisini, hem de izleyicinin algısını yapıbozuma uğratmaktadır.




KAYNAKÇA

Adorno, T. (2007). Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, İstanbul: İletişim Yayınları.

Karadoğan, A. (2005). Postmodern Sinema mı Film mi? İletişim Araştırmaları
Dergisi. Sayı: 3. 133-160.

Kellner, D. (1993). "Toplumsal Teori Olarak Postmodemizm: Bazı Meydan
Okumalar ve Sorunlar." Modemite versus Postmodemite. Mehmet Küçük (derleyen ve çeviren). İstanbul: Vadi Yayınları. 227-259.

Baudrillard, J. (2003). Simulakrlar ve Simülasyon, İstanbul: Doğu Batı.

Baudrillard, J. (1983). Simulations.  New York: Semiotext.

Cevizci, A. (2003). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Engin Yayıncılık.

Chatman, S. (1990). Corning to Terms: The Rhetoric o/Narrative in Fiction and Film. London: Cornell University Press.

Modleski, T. (1998). Eğlence İncelemeleri, İstanbul: Metis Yayınları.

Gönen, M. (2004). Paradoksal Sanat Sinema, İstanbul: Es Yayınları.

Sarup, M. (2010).  Postyapısalcılık ve Post-Modernizm,  İstanbul: Kırk Gece Yayınları.

Adanır, O. (2010). Baudrillard,  İstanbul: Say Yayınları.Featherstone, M. (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.


Yorumlar