Veeee Melankoli... (Şubat 2012)


“6 yaşımdan beri melankolik biriyim. Melankoli kelimesini çok seviyorum. Melankoli acınızın güzelliğini hissetmenize izin veren bir tür mazoşizm. Kurt adamın dolunaya tutulması gibi bir şey... Doğanın boşluğundan, soğukluğundan ve güçlerinden korkmadan yıldızlara bakabilmek mümkün değil. Benim için göğe bakmak bir köpekbalığının ağzına bakmak gibi. Ve akıllı insanların çoğunun hayatlarının herhangi bir döneminde depresyon geçirdiklerini düşünüyorum.”



Lars Von Trier’in Cannes 2011’de “Melancholia” üzerine verdiği röportajdan...

 

Lars Von Trier; sinemaya atıldığı 1967 yılından beri neredeyse imza attığı işlerin tümüyle tartışmalara yol açmış, söylediği her kelime olay olmuş, “provokatif” kelimesi göbek adı haline gelmiş, Avrupa sinemasının en büyük yönetmenlerinden biri. Kimilerine göre ise en büyüğü... Kuşkusuz onun sineması üzerine söylenebilecek çok şey var.  


Şimdi “Melancholia”ya dönersek... 

Melancholia üzerine -geçen sene Cannes Film Festivali’nde gösterildiği günden beri- çok fazla şey yazıldı, çizildi ve tartışıldı. Film, Özellikle de Trier’in Cannes’daki basın toplantısında “Geçmişe dönüp baktığımda Hitler’in yaptığı şeyleri anlayabiliyorum.” şeklindeki –eleştirmenleri ve özellikle de Fransızları kışkırtmak için bilinçli söylediğini düşündüğüm- sözlerinden sonra da yıl boyunca gündemde kalmayı başardı.



Bununla birlikte Melancholia açıkçası beni pek tatmin etmedi. Bu tatminsizlik duygusu filmi, hem Trier’in filmografisindeki diğer filmleriyle –ki “Europa” (Avrupa, 1991) ve “Idioterne” (Gerizekalılar, 1998) benim için sinema tarihinin mihenk taşı filmlerindendir- karşılaştırdığımda hem de Melancholia’yı yönetmenin diğer işlerinden bağımsız olarak ele aldığımda da geçerli oldu... Bu tatminsizliğin nedenlerine birazdan değineceğim.



Filmin konusunu tek cümle ile özetlersek; evlenmek üzere olan Justine (Kirsten Dunst) ve evli Claire (Charlotte Gainsbourg) adlı soylu bir aileye mensup iki kız kardeşin, dünyanın sonunu getireceği söylenen Melancholia adlı gezegenin yeryüzüne yaklaştıkça -daha doğrusu kıyamet yaklaştıkça- girdikleri ruh hali ve yaşadıkları diyebiliriz. Trier filmi, kadın düşmanı ve seksist bir film olduğunu düşündüğüm bir önceki filmi “Antichrist”da (Deccal, 2009) olduğu gibi epizotlara bölmüş. İlk epizotun adı “Justine” ikincisi ise “Claire”...

 

Film, Wagner’in “Tristan ve Isolde”sinin fonda aktığı –birçok insan gibi filmin en güzel bölümü olduğunu düşündüğüm- ve estetik anlamda kusursuz kıyamet kareleriyle açılıyor. Ve Trier bu eşsiz görüntüleri arka arkaya sıralarken sanat tarihine -tıpkı Antichrist’da olduğu gibi- birçok göndermede bulunmakla birlikte film boyunca izleyiciyi bir sembolizm bombardımanına maruz bırakıyor. Filmin bu anlamda bir çözümlemesine girişmek gerçekten sayfalarca yazı anlamına gelebilir. Bu nedenle, referanslar arasından bir “sanat tarihçisi” olarak izlediğim anda yakaladığım tek bir sanat tarihsel referansın ve bir tane de sembolik temsili örnek vermenin yeterli olacağını yoksa bu yazının da sayfalarca süreceğini belirteyim. Bununla birlikte filmin bende yarattığı tatminsizlik duygusunun esas kaynağının işte bu sembolizm ve alıntılama karmaşasından kaynaklandığını söylemeliyim.



Ophelia (1852)

Filmin konusunu tek cümle ile özetlersek; evlenmek üzere olan Justine (Kirsten Dunst) ve evli Claire (Charlotte Gainsbourg) adlı soylu bir aileye mensup iki kız kardeşin, dünyanın sonunu getireceği söylenen Melancholia adlı gezegenin yeryüzüne yaklaştıkça -daha doğrusu kıyamet yaklaştıkça- girdikleri ruh hali ve yaşadıkları diyebiliriz. Trier filmi, kadın düşmanı ve seksist bir film olduğunu düşündüğüm bir önceki filmi “Antichrist”da (Deccal, 2009) olduğu gibi epizotlara bölmüş. İlk epizotun adı “Justine” ikincisi ise “Claire”...

 

Film, Wagner’in “Tristan ve Isolde”sinin fonda aktığı –birçok insan gibi filmin en güzel bölümü olduğunu düşündüğüm- ve estetik anlamda kusursuz kıyamet kareleriyle açılıyor. Ve Trier bu eşsiz görüntüleri arka arkaya sıralarken sanat tarihine -tıpkı Antichrist’da olduğu gibi- birçok göndermede bulunmakla birlikte film boyunca izleyiciyi bir sembolizm bombardımanına maruz bırakıyor. Filmin bu anlamda bir çözümlemesine girişmek gerçekten sayfalarca yazı anlamına gelebilir. Bu nedenle, referanslar arasından bir “sanat tarihçisi” olarak izlediğim anda yakaladığım tek bir sanat tarihsel referansın ve bir tane de sembolik temsili örnek vermenin yeterli olacağını yoksa bu yazının da sayfalarca süreceğini belirteyim. Bununla birlikte filmin bende yarattığı tatminsizlik duygusunun esas kaynağının işte bu sembolizm ve alıntılama karmaşasından kaynaklandığını söylemeliyim.



Yukarıda da belirttiğim gibi film boyunca böyle bitmek bilmeyen bir referansa sağanağı ile karşı karşıya kalıyoruz. (Trier filmde, evdeki kütüphanede bile ünlü Dürer, Kandinsky gibi farklı farklı dönemlerden ünlü ressam üzerine yazılmış kitabı yan yana diziyor, hatta yine açılış sekansında Bruegel’in ünlü tablosu Kardaki Avcılar’ı (1565) kendimce hiç anlamlandıramadığım bir şekilde ateşe veriyor...) Altı ve içi boş bu temsil fırtınası “bana göre” film bittiğinde de hiçbir şey ifade etmiyor. Şöyle söylemek gerekirse, bu referans patlamasıyla birlikte, bir kıyamet öyküsü olarak düşünebileceğimiz, filmin kendisi insanın üzerinde hiçbir etki bırakmıyor, bırakamıyor.


Peki filmin başarılı yönleri yok mu? Tabii ki de var: Her zaman çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Kirsten Dunst’ın (kendisine Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren) kusursuz oyunculuğu. Charlotte Gainsbourg’un, Dunst’a eşlik eden, en az onun kadar başarılı performansı. Bunun dışında filmin diğer bir artısı estetik anlamda inanılmaz başarılı olan sinematografisi. Bu artılar ile birlikte filmin ilk epizotundaki –Thomas Vinterberg’in ilk “dogma” örneklerinden olan “Festen”ini (Şenlik, 1998) hatırlara getiren- düğün sekansında aynen filmdeki referanslara benzer bir şekilde bozuk para gibi harcanan müthiş oyuncu kadrosuna da değinmekte fayda var. Charlotte Rampling, John Hurt, Udo Kier, Kiefer Sutherland, Stellan Skarsgård, Alexander Skarsgård, Jesper Christensen ve Brady Corbet gibi hem günümüzün genç ve başarılı hem de yetenekleri tartışılmayacak eski toprak oyuncularının böyle bir yok edilişe terkedilmesi insanın gerçekten içini acıtıyor. 



Sonuç olarak Melancholia; Lars Von Trier’in, Antichrist ile yöneldiği yeni sinemasal yolda, aynen onun gibi inanılmaz öznel, subjektif bakış açısına sahip –kendisinin bir dahi olduğunu düşünmüşümdür ama ne yazık ki bunu belirtmek zorundayım- “mastürbasyon”sal bir sinema örneği.... Film en basit şekliyle; kıyamet geldiğinde yaşamdaki “her şeyin”, “hiçbir şey” ifade etmeyeceğini söylüyor. Melancholia’yı böyle okumayı yeğlerseniz, filmdeki bütün temsiller, eşsiz görüntüler ve inanılmaz oyuncu kadrosu da bu “hiçliğe” işaret ediyor. Ve bu bakış açısıyla filmi bir “nihilizm” senfonisi olarak okumak da mümkün... Tabii yerseniz... 


Yorumlar