Veeee Melankoli... (Şubat 2012)
“6 yaşımdan beri melankolik biriyim.
Melankoli kelimesini çok seviyorum. Melankoli acınızın güzelliğini hissetmenize
izin veren bir tür mazoşizm. Kurt adamın dolunaya tutulması gibi bir şey...
Doğanın boşluğundan, soğukluğundan ve güçlerinden korkmadan yıldızlara
bakabilmek mümkün değil. Benim için göğe bakmak bir köpekbalığının ağzına
bakmak gibi. Ve akıllı insanların çoğunun hayatlarının herhangi bir döneminde
depresyon geçirdiklerini düşünüyorum.”
Lars Von Trier’in Cannes
2011’de “Melancholia” üzerine verdiği röportajdan...
Şimdi “Melancholia”ya
dönersek...
Melancholia üzerine -geçen sene Cannes Film Festivali’nde gösterildiği günden
beri- çok fazla şey yazıldı, çizildi ve tartışıldı. Film, Özellikle de Trier’in
Cannes’daki basın toplantısında “Geçmişe dönüp baktığımda Hitler’in
yaptığı şeyleri anlayabiliyorum.” şeklindeki –eleştirmenleri ve
özellikle de Fransızları kışkırtmak için bilinçli söylediğini düşündüğüm-
sözlerinden sonra da yıl boyunca gündemde kalmayı başardı.
Bununla birlikte Melancholia açıkçası beni
pek tatmin etmedi. Bu tatminsizlik duygusu filmi, hem Trier’in
filmografisindeki diğer filmleriyle –ki “Europa” (Avrupa, 1991) ve
“Idioterne” (Gerizekalılar, 1998) benim için sinema tarihinin
mihenk taşı filmlerindendir- karşılaştırdığımda hem de Melancholia’yı
yönetmenin diğer işlerinden bağımsız olarak ele aldığımda da geçerli oldu... Bu
tatminsizliğin nedenlerine birazdan değineceğim.
Filmin konusunu tek cümle ile özetlersek;
evlenmek üzere olan Justine (Kirsten Dunst) ve evli Claire (Charlotte
Gainsbourg) adlı soylu bir aileye mensup iki kız kardeşin, dünyanın sonunu
getireceği söylenen Melancholia adlı gezegenin yeryüzüne yaklaştıkça -daha
doğrusu kıyamet yaklaştıkça- girdikleri ruh hali ve yaşadıkları diyebiliriz.
Trier filmi, kadın düşmanı ve seksist bir film olduğunu düşündüğüm bir önceki
filmi “Antichrist”da (Deccal, 2009) olduğu gibi epizotlara bölmüş.
İlk epizotun adı “Justine” ikincisi ise “Claire”...
Film, Wagner’in “Tristan ve Isolde”sinin
fonda aktığı –birçok insan gibi filmin en güzel bölümü olduğunu düşündüğüm- ve
estetik anlamda kusursuz kıyamet kareleriyle açılıyor. Ve Trier bu eşsiz
görüntüleri arka arkaya sıralarken sanat tarihine -tıpkı Antichrist’da
olduğu gibi- birçok göndermede bulunmakla birlikte film boyunca
izleyiciyi bir sembolizm bombardımanına maruz bırakıyor. Filmin bu anlamda bir
çözümlemesine girişmek gerçekten sayfalarca yazı anlamına gelebilir. Bu nedenle,
referanslar arasından bir “sanat tarihçisi” olarak izlediğim anda yakaladığım
tek bir sanat tarihsel referansın ve bir tane de sembolik temsili örnek
vermenin yeterli olacağını yoksa bu yazının da sayfalarca süreceğini
belirteyim. Bununla birlikte filmin bende yarattığı tatminsizlik duygusunun
esas kaynağının işte bu sembolizm ve alıntılama karmaşasından kaynaklandığını
söylemeliyim.
Filmin konusunu tek cümle ile özetlersek;
evlenmek üzere olan Justine (Kirsten Dunst) ve evli Claire (Charlotte
Gainsbourg) adlı soylu bir aileye mensup iki kız kardeşin, dünyanın sonunu
getireceği söylenen Melancholia adlı gezegenin yeryüzüne yaklaştıkça -daha
doğrusu kıyamet yaklaştıkça- girdikleri ruh hali ve yaşadıkları diyebiliriz.
Trier filmi, kadın düşmanı ve seksist bir film olduğunu düşündüğüm bir önceki
filmi “Antichrist”da (Deccal, 2009) olduğu gibi epizotlara bölmüş.
İlk epizotun adı “Justine” ikincisi ise “Claire”...
Film, Wagner’in “Tristan ve Isolde”sinin
fonda aktığı –birçok insan gibi filmin en güzel bölümü olduğunu düşündüğüm- ve
estetik anlamda kusursuz kıyamet kareleriyle açılıyor. Ve Trier bu eşsiz
görüntüleri arka arkaya sıralarken sanat tarihine -tıpkı Antichrist’da
olduğu gibi- birçok göndermede bulunmakla birlikte film boyunca
izleyiciyi bir sembolizm bombardımanına maruz bırakıyor. Filmin bu anlamda bir
çözümlemesine girişmek gerçekten sayfalarca yazı anlamına gelebilir. Bu nedenle,
referanslar arasından bir “sanat tarihçisi” olarak izlediğim anda yakaladığım
tek bir sanat tarihsel referansın ve bir tane de sembolik temsili örnek
vermenin yeterli olacağını yoksa bu yazının da sayfalarca süreceğini
belirteyim. Bununla birlikte filmin bende yarattığı tatminsizlik duygusunun
esas kaynağının işte bu sembolizm ve alıntılama karmaşasından kaynaklandığını
söylemeliyim.
Yukarıda da belirttiğim gibi film boyunca
böyle bitmek bilmeyen bir referansa sağanağı ile karşı karşıya kalıyoruz.
(Trier filmde, evdeki kütüphanede bile ünlü Dürer, Kandinsky gibi farklı farklı
dönemlerden ünlü ressam üzerine yazılmış kitabı yan yana diziyor, hatta yine
açılış sekansında Bruegel’in ünlü tablosu Kardaki Avcılar’ı (1565)
kendimce hiç anlamlandıramadığım bir şekilde ateşe veriyor...) Altı ve içi boş
bu temsil fırtınası “bana göre” film bittiğinde de hiçbir şey ifade etmiyor.
Şöyle söylemek gerekirse, bu referans patlamasıyla birlikte, bir kıyamet öyküsü
olarak düşünebileceğimiz, filmin kendisi insanın üzerinde hiçbir etki
bırakmıyor, bırakamıyor.
Peki filmin başarılı yönleri yok mu? Tabii
ki de var: Her zaman çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Kirsten Dunst’ın
(kendisine Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren) kusursuz oyunculuğu.
Charlotte Gainsbourg’un, Dunst’a eşlik eden, en az onun kadar başarılı
performansı. Bunun dışında filmin diğer bir artısı estetik anlamda inanılmaz
başarılı olan sinematografisi. Bu artılar ile birlikte filmin ilk epizotundaki
–Thomas Vinterberg’in ilk “dogma” örneklerinden olan “Festen”ini (Şenlik,
1998) hatırlara getiren- düğün sekansında aynen filmdeki referanslara
benzer bir şekilde bozuk para gibi harcanan müthiş oyuncu kadrosuna da değinmekte
fayda var. Charlotte Rampling, John Hurt, Udo Kier, Kiefer Sutherland, Stellan
Skarsgård, Alexander Skarsgård, Jesper Christensen ve Brady Corbet gibi hem
günümüzün genç ve başarılı hem de yetenekleri tartışılmayacak eski toprak
oyuncularının böyle bir yok edilişe terkedilmesi insanın gerçekten içini
acıtıyor.
Sonuç olarak Melancholia; Lars Von Trier’in, Antichrist ile
yöneldiği yeni sinemasal yolda, aynen onun gibi inanılmaz öznel, subjektif
bakış açısına sahip –kendisinin bir dahi olduğunu düşünmüşümdür ama ne yazık ki
bunu belirtmek zorundayım- “mastürbasyon”sal bir sinema örneği.... Film en
basit şekliyle; kıyamet geldiğinde yaşamdaki “her şeyin”, “hiçbir şey” ifade
etmeyeceğini söylüyor. Melancholia’yı böyle okumayı yeğlerseniz, filmdeki bütün
temsiller, eşsiz görüntüler ve inanılmaz oyuncu kadrosu da bu “hiçliğe” işaret
ediyor. Ve bu bakış açısıyla filmi bir “nihilizm” senfonisi olarak okumak da
mümkün... Tabii yerseniz...
Yorumlar
Yorum Gönder