Roman Polanski ve "Apartman Üçlemesi" (Mart 2011)


Murat Özer’in deyişiyle: “Çocukluğundan başlayarak acıyla örülü bir hayat geçiren Roman Polanski, bu durumu sinemasına da yansıtarak izleyiciyi tedirgin eden ve onları çaresizliğe iten filmler çekmiştir her daim. Sondan bir önceki filmi “Piyanist”le Oscar’ı da kucaklamayı başaran ama hakkındaki tutuklama kararı yüzünden ABD’ye giremeyen sanatçı, özel yaşamıyla kariyeri aynı çizgide giden belki de tek yönetmen kimliğiyle sinema tarihine geçmiştir.”[1] 

 

Mehmet Açar’a göre yönetmenin sineması: “Polanski’nin dünyası, insanoğlunun yalnızlıkla tetiklenen iç sıkıntısının aynası gibi adeta; kahramanlarını her daim bir trajedinin göbeğine atıyor, onları yalnızlıklarıyla baş başa bırakıp makus kaderlerine terk ediyor, nefes alıp vermelerini zorlaştırıyor, çevrelerine ördüğü ağın acımasızlığı karşısında çaresiz bırakıyor zavallı insancıkları. Ama bunu yaparken, sinemanın neden var olduğu üzerine sorularımızı da cevaplayan bir performansa ulaşıyor büyük usta; öykülerinin içsel zenginliğini anlatıma yönelik becerisiyle destekliyor, anlattıklarının izleyici üzerinde yaratacağı etkiyi çok iyi hesaplayarak yola çıkıyor, hayatın trajedisini beyazperdeye yansıtma konusunda rakipsiz olduğunu haykırıyor, aynı zamanda lanetli geçmişini hiç gizleyemediği bir ‘öfke’yle sinemasına aktarıyor...” (Açar, 2006).



“Roman Liebling adıyla 18 Ağustos 1933’te Paris’te doğan, 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına iki yıl kala ailesiyle birlikte anavatanı Polonya’ya gelen Polanski, savaş sırasında babasının Yahudi olması nedeniyle ailesiyle kol kola Krakow gettosuna gönderilir. Annesiyle babası toplama kampına transfer edilir, annesinin Auschwitz’deki ölümüyle hayat boyu içinde kalacak bir acıya da sahip olan genç Roman, gettodan bir şekilde kaçarak Polonya kırsalında Katolik ailelerin yanında geçirir savaş yıllarını. Sinemaya olan ilgisi de o dönemde şekillenir. Sinemalarda Alman filmleri gösterildiği için bu sanata ilgi göstermeyen diğer Polonyalıların aksine olabildiğince çok film izler ve sinemayla bir tür bağ kurar. Bir yandan da kendini koruyabilmek için sokak çetelerine katılır. Savaş sonunda babasıyla bir araya gelen Polanski, babasının isteklerine karşın hayatta ne yapmak istediğine karar vermiştir. Sinemadır onun bundan sonraki yaşamını şekillendirecek olan şey...” (Özer, 2007).

 

 “1950’lerde içlerinde Andrzej Wajda’nın ilk uzun metrajlı filmi “Pokolenie”nin (Bir Kuşak) de olduğu kimi yapımlarda aktörlük yaparak sinema hayatına atılan sanatçı, Polonya’nın ünlü Lodz Film Okulu’na girdiğinde kaderini de çizmiş olur. Çektiği kısa filmlerle bu alanda büyük şöhret kazanan, herkesin takdirini toplayan Polanski, insan ilişkilerinin garip doğası üzerine yaptığı bu filmlerle kariyerinin sonraki aşamaları için de ipuçları verir. Yönetmenin neredeyse her filminde kendini gösteren kara mizah unsurları da bu yapımlarda ortaya çıkarak ona belli bir stil kazandırır. 1962’de çektiği ilk uzun metrajlı filmi “Nóz w Wodzie” (Sudaki Bıçak), ülkesi Polonya’da zamanında pek önemsenmese de daha batıya gidildiğinde bir başyapıt gibi karşılanır. Bir tekne, iki adam ve bir kadından oluşan kadrosuyla tek mekanda müthiş bir gerilim yaratan film, ‘yabancı dilde en iyi film’ dalında Oscar adaylığına kadar yükselir, Venedik’te de FIPRESCI ödülü alır. Savaş sonrası Polonya sinemasında savaşı anlatmayan ilk film olma özelliği de taşıyan bu yapımla sinema sanatına bir dâhinin geldiği tartışma götürmez bir gerçektir artık.” (Ertan, 2008).

 



Yönetmenin “auteur” olma yönündeki ilk filmi – apatman üçlemesinin de ilk filmi olan Tiksinti’dir (Repulsion, 1965). Tiksinti’den sonra üçlemenin diğer filmleri Rosemary’nin Bebeği (1968) ve Kiracı (The Tenant, 1976) gelir. Yönetmen bu aralıkta yine diğer bir korku filmi olan Korkusuz Vampir Avcıları’nı (Fearless Vampire Killers, 1967) çekmiş olsa da yönetmenin –apartman üçlemesinde de görüleceği üzere- çektiği korku filmleri daha çok psikolojik gerilimlerdir.

 

“Yapısal olarak belirsizliği odak alarak, en iyi korku filmleri izleyicilerin kendilerini korkutmalarına izin verir. En uzun süren korkular özel efektlerden ya da şaşırtmaya fazlaca güvenmekten değil, varsayım ve provokasyona dayalı stratejilerden cesaret alan etkin bir izleme deneyiminden gelir. Polanski’nin Kiracı’sı izleyicinin paranoya ve şüphelerine ve en zayıf karakterlerle özdeşleşmeye dayanır. Yönetmenin apartman üçlemesinin bir parçası, genellikle gözden kaçmış ve az tartışılmış bir film, olan Kiracı, mahremiyet kaybına dair şiddeti ve birçok Polanski filminde olduğu gibi diğeri ile başa çıkmada ya da onun üstesinden gelmede başarısız olma durumunu ele alır. Polanski, özneler arası fenomenini, zayıfları kontrol etmek isteyen saldırgan taraflar arasındaki savaş olarak sunar. Oldukça karamsar olmasına rağmen, izleyicisinde benzer tepkileri destekleyerek, genellikle kamusal yaşamın baskısıyla baş edemeyen mağdurlara omuz çıkar.”[2]

 

Filmin konusunu özetlemek gerekirse: Polanski’nin oynadığı Trelkovsky, yumuşak başlı Parisli bir göçmendir ve bir dairenin boş olduğunu önceki kiracının intihar girişimine dair bir gazete haberinden öğrenmiştir. Hastanede ölmek üzere olan eski kiracıyı ziyaret ederken, onun yakın arkadaşı olan ve daha sonra geçici bir sığınak sunan, Stella ile tanışır. Taşınmadan sonra Trelkovsky diğer sakinlerin absürd huylarının olduğunu görür, örneğin banyoda uzun zaman kalmak ve gürültüye karşı garip bir hoşgörüsüzlük gibi...



Komşularının gariplikleri daha sık ve yoğun hale geldikçe, apartmanda yaşamak da imkansız hale gelir. Trel’in zayıf olan karakteri -örneğin içkisini kiminle oturduğuna göre belirlemesi abartılır. Kendisini baskıcı kafe çalışanlarına, arkadaşlarına ve komşularına karşı var etme yeteneği zayıflarken, Paris’in büyük bir çoğunluğunun onu kendi bilincinden etmek istediğine ve bir önceki kiracı Simone’a dönüştürmeye karar verdiğine inanmaya başlar. Yavaş yavaş deliliğe kapılır ve bir meydan okuma bununla birlikte yanlış yönlendirilmiş bir yeniden var olma çabası içinde, intihar etmeye karar verir. Kadın kılığında, dairesinin penceresinden atlar ve Simone’un düştüğü cam avluya düşer ancak sadece bacağını kırmayı başarabilir. Cesareti kırılmamış bir halde merdivenleri çıkar ve bir daha dener. Bu sefer başarılı olmuştur.


Alvarez’in deyişiyle: “Kiracı, aklı dengesini yitirmeye başlayan bir adamla ilgili psikolojik bir dramdır ve doğal olarak Fransa ile alakası pek yoktur. Ancak bu tamamen Fransız olmayacağı anlamına gelmez. Bu bir film yapmanın en önemli yanlarından biridir: filmi bir yere konumlandırdığında Fransa ise film “French”, Polonya ise film yani “Polish” olmalıdır. Eğer Transilvanya da geçecekse, Transilvanyalı bir film yaptığından emin olmalısın. Eğer fantastik bir mekanda geçecekse, o mekanla ilgili her şeyi bilmelisin. Hayal ürünü mekanın tüm özelliklerini bilmeli ve kurallarına da uymalısın. Daha çok yalan söyledikçe, daha çok şey gerçekmiş gibi davranman gerekecektir. İşte bu noktada birçok film başarısız olur, tüm detayların yalan olduğunu düşünürsün ve ikna olamazsın. Film, etkili bir melodram ancak bir delilik çalışması olarak bana Kafkaesk göründü.  Ancak belki iyi filmler alakasız romanlardan ya da iyi romanlar kötü filmlerden gelmektedir: mükemmeliyet gerçekten film yapan için bir kısıtlama mıdır?” şeklindedir.[3]

 

Kiracı, şehirde itilmişliğin ve paranoyanın öyküsü olarak, bekar bir kiracının kabusunu anlatır. Trel, intihar kurbanı birinin eski evine taşınmakla kalmaz aynı zamanda ev sahibi de ondan nefret eder. Diğer insanlara uyum sağlamaya çalıştıkça herşey daha da yoldan çıkar. Önceki kiracının dişini duvarda bulmak gibi... Filmin mesajlarından birisi; özgür ve bohem birinin yalnız yaşaması genellikle “koridorun sonundaki kadın kılığında dolaşan garip bira adam”a dönüşmesi şeklindedir. Tek çözüm kendinizi pencereden atmanızdır. Eğer ilk seferde başaramazsanız, tekrar atlamalısınız.

 

“Apartman” olgusu, filmin hem metinsel anlamda kuruluşunda hem de biçimselliği-görselliğinin önemli öğelerindendir. Polanski’nin sinemasında mekansal düzenlemede, daha doğrusu film mekanının kuruluşunda en çok kullandığı öğelerden biri apartman ve apartman daireleridir. Filmlerinin kurgusu ve kendine has anlatım biçimiyle, bir film mekanı olan “apartman dairesi” onun sinemasında başrollerden biri haline gelir.

 

Filmin sorumlu yapımcılarından olan Alain Sarde filmle ilgili bir anısını şöyle anlatıyor: “O akşam ne atmosfer ne devamlılık vardı. Isabella duygularını elini oynatarak bile anlatabilirdi ve büyülü bir plastik gibi her şeyi ifade edebilen bir yüzü vardı. Ancak İngilizce konuşma biçimiyle ilgili sorun yaşıyordu ve her ikisi de (Polanski) senaryo ile sanki kavga ediyorlardı. Ayrıca birkaç kadeh ve tekila şişesi ile yapılması gerekenler de bir şekilde doğru olmuyordu. Gerilim ve moral bozukluğu düzenli olarak arttı. Polanski su yerine gerçek tekila kullanmak istiyordu ama bu da işleri sadece daha kötü yaptı. 8:30’da, vazgeçti ve yorgun kalabalık önceki günün işlerini değerlendirmek üzere projeksiyon odasına geçti. Sonraki gün öğlen çekimler yine başladı. Bu sefer, işler daha düzgün gitti, yine Roman tatmin olana kadar 15 kere çekilse de sahne. Hiç merhamet göstermiyordu. Sert ve Adjani’ye ve de ekibe karşı talepkardı.”. Ünlü yapımcının bu sözleri filmin çekim aşamasında Polanski’nin kendi psikolojik durumunu ve sete yaydığı enerjiyi açıklar niteliktedir.

 

Polanski’nin filmden sonra verdiği bir röportajda düşünceleri şu şekildedir: “Ben sadece işlerini yapmalarını istiyorum. Bu bir hata mı yoksa erdem mi bilmiyorum. Kiminle çalıştığınız birçok şeyi değiştirir. Her aktör farklıdır ve başka bir yöntem gerektirir. Faye Dunaway örneğin, çok kaprislidir, ama Jack Nicholson hiç öyle değildir. Çalışması en kolay aktörlerden biridir ve çok da iyidir. Peki ya siyaset? Polonya’da çektiğim Knife In The Water ve Chinatown oldukça politik bulundular. “belli bir ülkede film yapıyorsunuz ve eğer film o topraklardan kökleniyorsa, bir şekilde siyasi içeriği de olacaktır. Chinatown büyük bir dümenle ilgili ve başkahraman da dedektif. Doğal olarak Amerika’da olan bitenle alakası olacaktır.” [4]



Polanski filmlerinin bu kadar etkili olmalarının sebebi onun başarılı karakter yaratımında ve hikaye biçemleri ile görüş açılarını manipüle edebilmesinde yatar, çünkü bunlar gelişime açık duygusal yapılar üretmeye yarar. Kiracı, apartman üçlemesinin diğer filmleri olan, Rosemary’nin Bebeği’nin doğaüstülüğüne ya da Repulsion’ın halisünasyonvari yapısına karşın oldukça gerçekçi yaklaşımları olan psikolojik bir korku filmidir. Polonya korku sinemasına dair bir makalede, Nathaniel Thompson, bu filmlerdeki anlatıcıyı “güvenilmez” olarak ele alır ve her biri arasında güzel farklılıklar yakalar. Kiracı’da izleyicinin, akli dengesini tamamen yitirdikten sonra bile, dışlanmış kahramanın görüş açısına kıstırıldığını belirtir. [5]


Thompson’ın bu tezi kısmen doğrudur. Trelkovsky açıkça delirmişken, deliliği ima edilen anlatıcının ve ana karakterin görüşleri arasındaki değişimler tarafından onaylanır. İlk açık kırılma kapı deliği aracılığı ile aktarılır. Bir taraftan Polanski, Trel’in gözünden kapıda kimin olduğunu kurgular. Trel’in açısından kapıda onun kötü ev sahibini görürüz. Sonraki sahne de bir önceki sahnenin seti içinde kapı deliğinin diğer tarafından alınır. Bu ıssız açıdan, anlatıcı bize tamamen başka bir adamı, muhtemelen kapı kapı dolaşan bir satıcıyı, gösterir. Birçok kere Trel’in halisünasyonlarına dair kanıtlarla karşılaşırız. Bu kanıdın sunulması görüş açısı tuzağından kurtulmak ve bu kişisel deneyimlerin yanlışlığına dair tarafsız ipuçları elde etmek için birebirdir. Bu, Polanski açısından oldukça akıllıca bir retorik stratejidir ve filmin geri kalanını gerçeklikle damgalar. Anlatıcı, bize gerçeğe sadık kaldıklarını ve film boyunca yalan söylemediklerini anlatır. Bu film gördüklerinizle kurgunun gerçekliği arasındaki her farkın belirtildiğini ve filmin başından beri de varolduğunu ima eder. [6]


Kiracı, Rosemary’nin Bebeği ve Tiksinti ile birçok benzerlik taşımaktadır. Üç filmde de insanların apartman dairelerinde, bir kutunun içinde, sınırlandırılmış bir mekanda nasıl yaşadıkları eleştirilir ve Polanski bunun insanı bir süre sonra nasıl delirteceğini vurgular. Her filmde de karakteri ele geçiren bu paranoyanın kaynağı bir daireyi oluşturan ve giderek karanlıklaşan duvarlar, lambalar, pencerelere dönüşür. Aniden pencere şeytani bir şey gibi görünür. Duvardaki resim her şeyin daha manyakça görünmesine yol açar. Bu Polanski’nin Tiksinti’de  sıkça başvurduğu bir yöntemdir ve Kiracı’da tekrar edilmiştir. Kiracı’da vurgunun komşularda olması, bir farklılıktır. Bu açıdan, Rosemary’nin Bebeği’ne daha çok benzer. Bu komşularda bir terslik olduğu duygusuna kapılırsınız. Üç filmde de mekan olarak apartman, komşularla birlikte yan – hatta Tiksinti’de baş- roldedir.



Eğer Tiksinti genç bir kadının asosyal tavrının onu delirtmesiyle ilgili ise ve Rosemary’nin Bebeği de birkaç kişinin onu yönlendirmesi sonucu deliren bir kadınla ilgili, Kiracı da toplum yüzünden deliren bir insanın hikayesidir. Her üç filmin de ana teması deliliktir ve Roman Polanski bu ana temayı filmlere uygularken kullandığı baş öğe “apartman daire”leridir.


Sonuç olarak: “Kerem Sanatel’in deyişiyle: “Polanski, korku sineması ve cetvelinden bakıldığında, belli bir döneme dek sadece görkemli malikaneler, şatolar, metruk villalar veya izbe motellerle özdeşleştirilen ‘dehşet yuvası’ kavramına küçücük apartman dairelerini de eklemeyi akıl eden ilk yönetmenlerden biri belki de.” (Sanatel, 2011, s. 110). Son olarak yönetmenin şu sözleri sinemasının genel problematiğiyle ilgili gayet fikir vericidir:

“Ne zaman mutlu olsam, berbat bir hissiyata sahip olurum.” [7]

 

KAYNAKÇA

 

Açar, M. (2006). Roman Polanski Üzerine, Total Film, Nisan 2008.

Kael, P. (1982). 5001 Nights At The Movies, Zenith Books.

Özer, M. (2007). Hayat Ona Hiç Acımadı!, DVD+ Dergisi,  Ocak 2007.

Parker, J. (1994). Polanski, London: Victor Gollancz Ltd.

Polanski, R. (1984, 1985) Roman by Polanski, New York: Morrow.

Sanatel, K. (2011). Tiksinti (1965), Sinema Merkez Dergisi, Mayıs 2011.

Tecimer, Ö. (2006). Sinema Modern Mitoloji, ed.by Arzu Taşçıoğlu, D. Fatma Türe.


 WEB SİTELERİ

 

http://www.kinoeye.org/02/03/smuts03.php

http://minadream.com/romanpolanski/InterviewTwo.htm

http://www.cinemaretro.com/index.php?/archives/209-A-POLANSKI-GUIDE-TO-URBAN-LIVING.html

http://filmconnoisseur.blogspot.com/2010/06/roman-polanskis-tenant-1976.html

 



[1]DVD+” dergisinin 2007 Ocak sayısından.

[2] http://www.kinoeye.org/02/03/smuts03.php isimli internet sitesinde yer alan makaleden.

[3] A. Alvarez’in “Polanski in Paris” isimli yazısından.

[4] A. Alvarez’in “Polanski in Paris” isimli yazısından.

[5] http://www.kinoeye.org/02/03/smuts03.php isimli internet sitesinde yer alan makaleden.

[6] http://www.kinoeye.org/02/03/smuts03.php isimli internet sitesinde yer alan makaleden.

[7]DVD+” dergisinin 2007 Ocak sayısından.


Yorumlar